Prof. Dr. Nihat Bengisu "KÖYÜMÜN TADI"

“Gümülcine’yi  öğrenemeden  Türkiye’yi, bir başka kıtayı öğrendim.”

Yıl 1948; İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, her tarafta, dünyada ve Büyük Müsellim  köyünde de kıtlık sürerken  6. kardeş olarak doğmuşum. Demek ki o yoklukta  benim de rızkım varmış; çavdar ekmeğinden de olsa... On üç yıl sonra belki yoksulluktan, belki mısır çavdar karışımı ekmekten,  belki köy hayatından  usandım, belki İstanbul  İTÜ’de okuyan komşum Faik Besimoğlu abime özendim. Köyümün Misak-ı Milli sınırları dışına, uzaklara gitmeye karar verdim. Ama nasıl? Bir Liseye giderek. Daskalos Nikos öğretmen de öyle demişti ya: “Mono aftos tha pai sto gimnasyo!” İşte iyi bir sebep. Ve okuma aşkına tutuldum. Peş peşe sınavlara girdim ve tam puan tutturarak Konya Maarif Koleji’ne, parasız yatılı olarak okumaya gittim. İyi okudum, diz dirsek kırdım  ve 1993’ten beri genel cerrahi profesörü oldum. Bu alanda  Konya Maarif Koleji’ndeki sınıfımın da, galiba köyümün de ilkiyim. Halen İstanbul’da yaşıyorum ve  İstanbul İl Genel Meclisi üyesiyim. Meclis adına İstanbul Valiliği Tarihi Esreleri Koruma ve Kurtarma Komisyonu üyesiyim. Hilal TV’nin ortağı ve Kurucu Kurulu  Başkanı ve Yönetim Kurulu üyesiyim. İstanbu’da, Başakşehir’de oturuyorum.  Fatih ilçesi Akdeniz caddesinde kendime ait küçük bir cerrahi kliniğinde çalışıyorum.  Kızım Nihal Bengisu Karaca Habertürk köşe yazarı, 1. oğlum Emre elektrik mühendisi, 2. oğlum Muhammed Japonca tercümanı. Ben Batı Trakya’dan Türkiye’ye gelebildim, çocuklarım daha ötelere, Japonya’lara gittiler. Hepsi evliler ve bana 4 torun verdiler. Hepimiz aynı mahallede oturuyoruz. Hepsinden memnunum.  Rabbim sizlere daha iyisini versin.   Bugün  hesap ettim; köyümden çıkalı tam 51 yıl 4 ay olmuş. Dile kolay; tam bir insan ömrü. Bazı hatıralar artık silindi; sis perdesi arkasında kaldı. Çünkü bir dönem öğrenci olduğum halde askere gitmeye zorlanınca  eğitimimin yarıda kalmaması için  pasaportumu yakıp haymatlos oldum. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçtim. Bunun için bir T.C. vatandaşı ile evlenmem şart koşuldu ve Hacettepe Tıp Fakültesi’ne yegane evli öğrenci olarak başladım.    Askerlik korkusu ile  12 yıl süre ile köyüme gelemedim. Eşim Emel hanım ve 5 yaşında kızım Nihal Bengisu ile geldiğimde ise müthiş bir köy ve kardeş hasretiyle yanıyordum. Yine kardeşimle ağaç dalları arasında  kovalamaca oynamayı hayal ediyordum. Oysa benden üç yaş küçüğüm Muzaffer Tahsin, bu arada  kocaman adam oluvermiş, oynaşım olmaktan çıkmıştı bile. Asırlık Tahsin  babam, hastalıklı anam, mahalle komşularım, okulum, camimiz ve mescidimiz, üç boyutlu uçurtmalar uçurduğum Kurttepe’miz, çam kokulu yamaçlarımız, ayakkabımın tekini kapıp götüren Kocadere’miz, okulca kır gezileri yapıp mor menekşe ve sümbül topladığımız  Akarsu’larımız, Meşelik’lerimiz, hayvan otlattığımız, güreş tuttuğumuz çayırlarımız yerinde idi. Lakin her yeni gelişimde eski şahitlerin kaybolduğunu, yenilerinin arzı endam eylediğini gördüm. Giderek yenileri tanıyamaz oldum  ve   acı, tatlı pek çok hatıra kaybolmaya yüz tuttu.  Hayvanlarımızı suladığımız, testilerimizi, bakraçlarımızı doldurduğumuz,  sıcak gecelerde çimdiğimiz şadırvanlarımız yıkılıp park yapılmış. Gerekçe:  At, sığır namına sulanacak büyük veya küçük baş hayvan kalmamışmış. İyi de insan da, çocuk da mı kalmamış?. Şadırvanlarımız ışıklandırılabilir,  etrafı park bahçe ile güzelleştirilip korunabilirdi.   Hayata beraber başladığımız, zamanla bir bir köyden ve hayattan kopup ayrılan   dostlar artmış; fakat yerleri dolmamış. Bahçelerde, sokaklarda, okulumuzda çocuk kıtlığı başlamış. Oysa rızık kıtlığı bitmiş; herkes zenginlemiş. Her taraf zeytin, kayısı  ve kiraz bağ bahçesi dolmuş. Dut ve erikler yerde; ne yiyen var ne bakan. Çünkü köyümde ne koyun kalmış ne çocuk, ne de tavuk ve ne de kuzu. Eski tarım işleri değişmiş, saban, bostan, buğday, orak bitmiş; ama zehirli tütün ve müthiş bir sigara tiryakiliği bâkî kalmış. Atlar, öküz ve arabaları köyden sürülmüş; yerine traktörler, pikaplar , hatta lüks arabalar, her sokağı patırtı ile dolduran motosikletler getirilmiş.  Ve  kaçınılmaz sonuç: Trafik kazalarından ve kanserden ölümler zuhur etmiş.   Bir tespitim de şu: Anne ve babalar çocuklarının  emir eri; çocuklar, kızlar kızanlar  âmir olmuş. Her evde tek çocuk. Kiminden damızlık bile çıkmaz. İki çocuklu aile nadir, üç çocuklu aile yok. Çünkü ayıp. Oysa buz dolapları tıka basa dolu. Markette ne varsa, buz dolaplarında da o var. Herkesin yediği önünde, yemediği ardında, çöpte. “Şimdilerde çocuk bakmak zormuş”. Lâf. Çok yakında bakılmamak ne denli daha zormuş; göreceğiz.  Nüfusumuz inişe geçmiş; bütün Avrupa gibi. Oysa en stratejik güç nüfus. Anlamayan Çin’e baksın. Yıllık ticari cirosu 187.2 trilyon dolarla Amerika’yı solladı ve Dünya’nın en korkulan ülkesi oldu.   Nerde kalmıştık; acı tatlı  hatıralarda. Acılar en kolay unutulur; çünkü zaman ilaçtır. Lakin sınıfımızda birlikte yaşadığımız iki hatıram var ki; çocuk ve öğrenci yetiştirmeye darb-ı  mesel nitelikte. İlki şu ki; 4. Sınıfta idik. Bütün sınıfları 6. Sınıfta topladılar. Öğretmenlerin yüzü mahkeme duvarı gibi. Hepimiz kenarlara istifleme dizildik; sınıfın ortası boş bırakıldı. Acaba ne olacak, müthiş merak içindeyiz. Yedi sekiz öğrenci arkadaş  yaka paça sınıfa getirildi ve orta yere atıldı; 4 öğretmen tekme tokat bunlara girişti. Bazı tekmeler arkadaşlarımızı havada uçuruyor; bir öğretmenden diğerine paslanıyordu. Bazıları da böğürlerinden tepikleniyordu. Yanaklar yenilen şamarlardan ateş kesmişti, ama tekinden dahi gık çıkmıyordu. Arkadaşlar neden feryat figan etmiyor, bu cick-box benzeri dayak sahnesi neyin nesiydi? On dakika sonra fırtına dindi ve meydan dayağının sebebi açıklandı:” Sebebi sigara içmek ayıpmış ve  hepimize ders olsunmuş”. Dikkat edin: Sigara ve tütün zararlı değil; içmesi ayıpmış. “Bu arkadaşlarınız  okul deresinde sigara içmişler. Sıkıysa siz de  için!”. Meğer suç bu imiş ve bizim kahramanlar bu suçu kabullenmişler ve o sebeple  yiğitçe dayanmışlar. Feryat etseler değil, gıkları çıksa  yiğitlik elden gidecekmiş!.    Netice nasıl mı oldu? Tabii herkes içmeye devam etti.  O öğretmenlerden bir ikisi halen hayatta ve halen sigara içiyorlar. Hem de dayak attıkları ile birlikte. İkinci hatıram: Bir gün öğretmenim çok öfkelendi. Çünkü kime sorduysa bir soruyu bilemedi. En son ben de bilemedim. O anda öfkesi zirve yaptı ve hışımla önden arkaya  uzandı, ikinci sırandan beni kulaklarımdan yakalayıp havaya  kaldırdı ve önceki olayda bahsi geçen sınıfın orta yerine  şappadak yapıştırdı. O anda beynimin antenleri kırıldı; dünyam karardı, hiçbir öğretmeni ve hiçbir ders kitabını anlamaz oldum. Netice ilerde profesör doktor olacak Nihat efendi sınıfta kaldı. Sonraki yıl annemin himmeti ve duası ile biraz toparlandım. Bir de hani  o Nikos öğretmen “Lise tahsiline bir bu  gider” demişti ya. İşte o anda antenlerim veya şifrelerim açıldı. Netice mi:  Türkiye okullarında okumak için girdiğim sınavlarda, adını dahi duymadığım Konya  Maarif Koleji’ne yolcu oldum. Gümülcine’yi  öğrenemeden  Türkiye’yi, bir başka kıtayı öğrendim. Kapıdan çıkarken annemin nasihati şu oldu: “Namazını bırakmayasın. Dosdoğru ol; dosdoğru oku; ki canın da dosdoğru çıksın”. Sağlıcakla kalın , selamette kalın.

18-2-2013,İstanbul